Emperyalizm cephesinde yaprak dökümü devam ediyor. ABD’nin önde gelen ‘düşünce kuruluşları’ndan biri olan CSIS (Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi) geçen hafta içinde çok çarpıcı bir rapor yayınladı. Raporun başlığı ‘ABD’nin Rekabetçiliği; Nerede Duruyoruz? Ne Yapacağız?’. Rapor ABD’nin dünya ticaretinde rekabet avantajını neden kaybettiğini irdeliyor. ‘Rekabet’ kavramı Atlantik iktisatçılarının ve kurumlarının dilinden düşmez. Önce bu kavramı irdeleyip sonra CSIS raporuna dönelim.
Liberal ve neoklasik iktisatçıların tam rekabet piyasası teorisi Atlantikçilerin kullandığı ‘serbest rekabet’ sloganının temelini oluşturur. Tam rekabet piyasası teorisi idealleştirilmiş ve tartışmaya kapatılmıştır. Esasen bu teori klasik iktisat teorisinin en tuhaf teorilerinden biridir. Söz konusu teori Walrasçı genel denge teorisini haklı göstermek için tasarlanmıştır. Buna göre tam rekabet piyasasında firmalar çok küçüktür. Büyüyemezler çünkü neoklasik teoride büyüdükçe (azalan marjinal getiriler nedeniyle) ortalama üretim maliyetlerinin artacağı varsayılır. Bu varsayım tamamen yanlıştır. Çünkü çoğu mal ve hizmeti üretirken büyük şirketlerin belirgin maliyet avantajları vardır. Ölçek büyüdükçe, üretim hacmi arttıkça maliyetler azalır. Bundan dolayı şirketler sürekli büyümek ve ölçek büyütmek isterler. Tam rekabet piyasası teorisinin başka yanlış tarafı şirketlerin tamamen özdeş ürünler ürettiklerinin varsayılmasıdır. Ayrıca şirketlerin piyasayı etkileme gücünün de olmadığı varsayılır. Dolayısıyla aşırı rekabetten ötürü karlar düşer ve geriye çok düşük bir kar kalır. Peki, öyleyse bir kapitalist böyle bir ortamda neden yatırım yapmak istesin? Bu sorunun cevabı tam rekabet piyasası teorisinde yok!
Gerçek dünyaya baktığımızda birçok piyasada esasen tekel piyasaları mevcuttur. Özellikle emperyalizm çağına girdiğimiz 20. Yüzyılın başından itibaren çok sayıda oligopol piyasası oluşmuştur. Ve bu oligopol piyasalarını oluşturan şirketler bir tekel gibi hareket ederler. Dolayısıyla Marksist ekonomi literatüründe tekel piyasası olarak adlandırılırlar. Şirketlerin büyük olması ve tekellerin varlığı rekabetin olmadığı anlamına gelmez. Aksine rekabet daha şiddetli ve ölümcüldür. Lenin’in tarifi şöyle; ‘emperyalizm kapitalizmin çelişkilerini giriftleştirir ve şiddetlendirir, tekellerin serbest rekabeti bunalımları vb, ortadan kaldıramaz’.
Tekeller ekonominin tüm alanlarına hakimdir. Küçükler sık sık elenir yerine yenileri gelir. Tekellerin pek azı dört başı mamurdur her zaman birinin ‘halkayı kırması’ tehlikesi vardır. Tekellerin arasında kıran kırana rekabet vardır. Bu rekabet devlet aygıtlarının kullanılmasından tutun, reklam, satış kampanyaları, alıcıyı tek bir satıcıya bağlayan sözleşmeler, boykot, hatta şantaj ve yasadışı önlemlere kadar gider. Pazarın barışçıl rekabeti yerine fiyat savaşları, kartellerin ve uluslararası sanayi ve ticaret birliklerinin sinsi diplomasi manevraları, devlet manipülasyonları, yaptırımlar ve silahlı savaşa kadar gider. 1. ve 2. Dünya Savaşları, sonrasında yaşanan düşük yoğunluklu savaşlar ve iç savaşlar hepsi bu rekabetin gerçek hayata yansımalarındandır.
CSIS raporu bize bu süreci üstü kapalı olarak özetlemiş. 2. Dünya Savaşı’nın akabinde dünya ticaretini kontrol eden ABD ekonomisi stratejik sektörlere ve piyasalara hakim duruma geldi. Raporda bu durumun analizi yapılırken dünya ticaret egemenliğini kurduğu kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb.), tezgahladığı darbeler ve işgalleri belirtilmemiş. ABD’nin yüksek teknoloji ve anahtar sektörlere yaptığı büyük insan ve sermaye yatırımları anlatılmış. Ardından Japonya başta olmak üzere Asya ülkeleri (Çin vd)nin Asya’nın nasıl yükseldiği açıklanmış. Asya ülkelerinin tüketici elektroniği konusunda ucuz maliyetlerle üretim yapmaya başlaması ile zaman içinde Asya kökenli şirkletlere talep arttı. Talebin artmasıyla birlikte Asya’da daha karmaşık ve ileri teknoloji yatırımların ve ürünlerin önü açıldı. Tüketici elektroniğinde kullanılan yarı iletkenlerin artmaya başlaması Asya kökenli üreticilerin bu alanda güçlenmesini sağladı. Bu ürünlerin kullanımının başka sektörlere de yayılması ile birlikte Asya kökenli şirketler teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler. Teknolojik üstünlüğü kaybeden ABD’li şirketler çöküş sürecine girdiler. Raporda bu şirketlerin akıbetleri anlatılmış ve başka ülkelere devredilmek zorunda kalınan şirketlerin bilgileri verilmiş. Yarı iletkenlerde ABD’nin payının %50’lerden %12’lere düşmesi ABD’nin stratejik olarak gerilediğinin en net göstergesi olduğu belirtilmiş. ABD’nin teknolojik altyapı ve yatırımları üstünlüğünü kaybettikten sonra bu süreçte asla geri dönüş olmadığının da altı çizilmiş. ABD’nin kaybettiği üstünlüğü yeniden kazanabilmesinin maliyetinin yüzlerce milyar dolar olacağı hesap edilmiş.
CSIS, geri dönüş olmadığı gerçeğine rağmen raporun sonunda ABD yönetimine önerilerde bulunmuş. ABD’nin Çin’e karşı acilen tedarik zincilerini güçlendirmesi ve çeşitlendirmesi önerilmiş. Bunun için güvenilir ortaklar bulunması gerektiği ifade edilmiş. ABD’nin Tayvan’a bağımlılığının bir an önce azaltılması gerektiği ifade edilmiş. Acilen bir yatırım üssü kurularak Tayvan’a alternatif oluşturulması
gerektiği söylenmiş. Öneri olarak da Japonya ve Güney Kore isimleri verilmiş. Ama Tayvan’ı ikame edecek büyüklükte bir ileri teknoloji üssünün finansmanın nasıl sağlanacağına dair bir ipucu verilmemiş. Raporda Japonya ve Güney Kore’nin Çin’le olan güçlü ticari ilişkileri de ifade edilmiş. Dolayısıyla bu iki ülkenin bölgesel bir gerginliğe sebep olabilecek adımları atmakta ne kadar istekli olacakları başka bir soru işareti. Rapor ‘müzakere’ ile her iki ülkenin bir şekilde ‘ikna’edilmesi gerektiği ifade edilerek sonlandırılmış.
Sonuç olarak görüyoruz ki emperyalizm bildiğimiz emperyalizm. Gücünü kaybettikçe çaresizlik içinde her yere saldırıyor. Ancak bu rapor çaresizliğin ifadesinin başka bir ürünü olmuş. Şurası bir gerçek; artık emperyalizm çağının sonuna geldik, adil ve eşitlikçi bir dünya düzenine çok yakınız.