Finansal İstikrar Nedir?
Finansal istikrarın tek ve üzerinde uzlaşılmış bir tanımı yoktur. Bunun sebebi, çok fazla etmeni içinde bulundurması ve dönemsel olarak deneyimlerle güncellenmesidir. Duisenberg’in 2001’deki tanımına göre finansal istikrar; finansal sistemdeki araç, piyasa ve kurumların düzgün çalışır halde olmasıdır. Deutsche Bundesbank’ın 2009’daki tanımına göre ise; ekonomik ve siyasi şokların, yurtiçi ve yurtdışı atakların, önemli yapısal değişimlerin olduğu dönemlerde bile kaynakların etkin dağıtımı, risklerin yayılması ve ödeme yükümlülüklerinin yerine getirilebilmesi gibi kritik ekonomik fonksiyonların yerine getirilebildiği durumdur.
Alman merkez bankasının tanımının 2008 küresel finansal kriz sonrası yapılmış olduğunu da göz önünde bulundurursak, yaşanılan olumlu/olumsuz deneyimlerin tanım üzerindeki etkisini anlamış oluruz. Üzerinde uzlaşılmasını kolaylaştırmak adına bazı iktisatçılar ve/veya kurumlar, finansal istikrarsızlığı tanımlayıp, olmadığı durumları da finansal istikrar olarak tanımlamaya gitmişlerdir.
Ülkemizde finansal istikrar, 2006 yılında TCMB tarafından tanımlanmıştır. Finansal istikrarın olduğunu söylediğimiz bir ekonomide; kaynakların etkin bölüştürüldüğünü, riskin dağıtılabildiğini, tasarrufların yatırıma dönüşme eğiliminde olduğunu, servet birikiminin, kalkınmanın ve büyümenin kolay olduğunu ve ödemeler sisteminin düzgün işlediğini görürüz. Son olarak finansal istikrarı bir cümle ile tanımlamak istersek; finansal sistemin dengelerini bozabilecek beklenmedik durumlara karşı ekonominin dayanıklılığı diyebiliriz.
Finansal istikrar/istikrarsızlık tanımlanırken dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır. Birincisi finans sisteminin bütününün ele alınması, ikincisi ise reel ekonomiye olan etkisidir. Birinci noktayı ele alırsak, bir veya birkaç kişi/kurumun finansal anlamda istikrarlı olması, bütün olarak finans sisteminin istikrarlı olduğu anlamına gelmez. İstikrarın gerçek anlamda var olduğunu anlamak için, tüm sistemin etkin ve düzgün biçimde çalışıyor olduğunu görmeliyiz.
İkinci noktadan ele aldığımızda ise, finansal piyasalarda oluşan dalgalanmaların ve/veya krizlerin reel ekonomiye etkisi üzerinden bir fayda/zarar hesabı yapılmalıdır. En nihayetinde mikro/makro iktisadi göstergeler belirleyicidir. Bu bağlamda, finansal istikrarsızlık var diyebilmemiz için, mevcut olumsuz durumun, reel ekonomide de olumsuz sonuçlar doğurmuş olması beklenmektedir. Reel ekonominin olumsuz etkilenmediği bir durumda istikrarsızlıktan söz edemeyiz.
Finansal Krizler ve Merkez Bankaları
Bretton Woods sonrası genel kabul gören piyasaların kendi haline bırakılması süreci KFK sonrasında tartışmaya açılmıştır ve tüm ülkeler krizi az zararla atlatmak üzerine politikalar geliştirmek durumunda kalmıştır. Bu kapsamda merkez bankalarının önündeki tek görev olan fiyat istikrarını sağlamanın yanına finansal istikrarın sağlanması da eklenmiştir.
TCMB, küresel finans krizine kadar diğer merkez bankaları gibi sadece fiyat istikrarını sağlamaya odaklı idi. 2001’den 2006’ya kadar örtük 2006’dan itibaren açık enflasyon hedeflemesi yapan TCMB bu dönemde araç olarak kısa vadeli faizleri kullanmaktaydı. KFK sonrasında ise 2010 yılı itibariyle TCMB’nın amacı “fiyat istikrarından taviz vermeden finansal istikrarı gözetmek “ olarak tanımlandı. Bunun içinde iki ara hedef olarak kredi genişlemesini yavaşlatmak ve kısa vadeli sermaye girişlerini azaltmak belirlenmiştir.
Özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde, ekonomik büyüme dönemlerinde risk iştahı artmaktadır. Bu dönemlerde oluşabilecek kredi bolluğu ve balonlara engel olmak için TCMB bir önceki döneme göre daha fazla araç kullanmak durumundadır.
Yeni dönemde faiz koridoru, haftalık repo faizi, likidite yönetimi ve zorunlu karşılık oranı gibi önemli araçlar kullanılmaya başlanmıştır. Önceki dönemdeki gibi kısa vadeli faizler üzerinden yürütülen geleneksel para politikası oldukça karmaşık olan finansal sistemi dengede tutmaya yetmeyecektir.
Likidite yönetimi politika faizi kullanılarak kontrol altında tutulmaya başlandı. Haftalık repo faizleriyle ve geç likidite penceresi ile oluşturulan faiz koridoru finansal sistemi daha stabil hale getirmeye yaramaktadır.
Son olarak, kısa vadeli faizleri düşürerek dış sermayenin girişini yavaşlatmaktadır. Bu da iç piyasada oluşabilecek talep fazlası ve fazla değerli TL’ye engel olmaktadır. Zorunlu karşılık oranları ile de kredi artış hızını kontrol altında tutmaktadır.
Faiz, Tasarruf ve Yatırım
Ülkemize girecek olan yabancı sermayenin yavaşlatılmasının bize nasıl bir yararı olacak diye soranlarınız olabilir. “Dış sermaye gelsin ki kurlar düşsün, TL değerlensin” de diyeceksiniz muhtemelen. Bizim gibi dünya ekonomisinin değişkenlerine doğrudan müdahale edecek kadar büyük olmayan ekonomilerde dış sermayenin kontrolsüz olarak iç piyasada dolaşması her daim büyük bir kırılganlık yaratacaktır.
Nasıl ağzımızdan bir çırpıda faiz artınca dış sermaye gelecek ve kur düşecek cümlesi çıkabiliyorsa, gelen dış sermaye de aynı hızda ülkemizden çıkabiliyor. Dolayısıyla faiz arttırma yoluyla ülkemize çektiğimiz sermaye, bizim yararımıza değil zararımıza olmaktadır.
Çünkü kısa vadeli faiz ve kur üzerinden kar güdüsü ile gelmektedir. Bizim için faydalı olan giriş ise sermaye stoklarımızı arttıracak olan doğrudan yabancı yatırımların artmasıdır. Yani, dış sermayenin doğrudan veya yerli ortaklarla birlikte katma değer yaratacak yatırımlar yapması gerekmektedir.
Son dönemdeki OPPO ve Xiaomi’nin ülkemizde açmış olduğu fabrikalar bunlara en iyi örnektir. Bu örnekleri arttırmak adına, ekonomide öngörülebilir, şeffaf ve kararlı politikalar uygulanmalıdır. Dünya jeopolitiğinin gerektirdiği konumlanmaların doğru değerlendirip, teknoloji transferi ve doğrudan yabancı yatırımların arttırılması yönünde uzun vadeli ikili anlaşmalar yapılmalıdır.
Unutmayalım ki
Plan yapmazsak, birilerinin planlarının parçası olmaktan kurtulamayız.